Kimler fetva vermeye ehildir?

Kimler fetva vermeye ehildir?

Fetva, sorulan İslâmî bir soruya yetkili bir kimsenin verdiği cevap, bir meselenin hükmünü belirten veya zorlukla karşılaşılan bir olay hakkında güçlükleri çözmek için verilen kuvvetli cevap.

Fetva veren kimseye müftî denir. İslâm hukuku metodolojisinde müftî, müctehid anlamında kullanılmıştır. Kendisi bizzat içtihad edecek durumda olmayan bir ilim sahibinin, diğer müctehidlerin söz ve fetvalarını alıp aktarmasından dolayı mecâz yoluyle müftî denir (Ömer Nasuhi Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, I, 246).

Fetva, içtihada göre daha özel bir anlam taşır. Çünkü içtihad herhangi bir soru sorulsun veya sorulmasın fıkhı hükümleri kaynaklarından çıkarmak anlamına gelirken, fetva gerçek veya muhayyel bir soruya verilen cevaptır. Gerçek fetva, içtihad şartları ile birlikte diğer şartları da taşıyan müctehid tarafından verilir.

Bir kimse muhtaç olduğu İslâmî bilgileri ya kaynaklarından bizzat alır. Yahut bunu yapamıyorsa bilenlerden sorarak öğrenir. Kur’an-ı Kerîm de, “… Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorunuz.” (Nahl, 16/43) buyurulur.

Ayetlerde fetva kökünden “yesteftûneke = sana soruyorlar” ve “yüftîkum = o size açıklıyor” gibi ifadeler kullanılmıştır .

Bir ayet veya hadisi yorumlamak ve yeni çıkan bir problemi çözmek, bir takım ön bilgileri ve özel yetenekleri gerektirdiği için bunu yapacak kişilerde bazı vasıfların bulunması öngörülmüştür.

Ahmed b. Hanbel (hz.) bir kimsenin müftî olabilmesi için kendisinde şu beş vasfin bulunması gerektiğini söyler:

a) İyi niyet sahibi olmak ve yalnız Allah rızasını gözetmek. Çünkü kötü niyet, düşünceyi de kötüleştirir,
b) İlim, hilim, vakar ve ciddiyet sahibi olmak,
c) Kendisinden ve bilgisinden emin olmak,
d) Halka kendi otoritesini kabul ettirmek,
e) Fert ve toplum olarak insanları tanımak.


Bu şartlardan da anlaşılacağı gibi müftînin fetva isteyenin psikolojik durumunu dikkate alması, halk nazarında itibar sahibi, basîretli vereceği fetvânın fert ve toplum üzerindeki etkisini kavrayacak bir görüşe sahip olması gerekmektedir (Muhammed Ebû Zehrâ, İslâm Hukuk Metodolojisi, Ter. Abdülkadir Şener, Ankara)

Fetva geleneği İslâm dininin doğuşu ile birlikte ortaya çıkmıştır. Sahâbe problemlerini bizzat Allah rasülü(asm)’ne sorar, O da bu problemleri âyeti kerime veya kendi buyurduğu hadisle çözümlerdi. Fetva verme ve yargı (kaza) fonksiyonu Hz. Peygamber (asm) de toplanmıştı. O’nun vâli olarak Yemen’e gönderdiği Muâz b. Cebel r.a) ve Mekke’ye gönderdiği Attâb b. Esîd . (r.a) o yörelerde fetva verme ve kendilerine gelen davaları hükme bağlama yetkisine sahiptiler (Ahmed b. Hanbel, ; Tirmizî, Ahkâm, 3; İmam es-Şâfiî, el-Ümm, ; es-Serahsı, el-Mebsût,).

Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Ömer b. Abdülaziz gibi halifeler hem devlet başkanı, hem müftî ve hem de kadı idliler. Bu üç sıfat tek kişide toplanıyordu. Daha sonra devlet başkanlığı ile fetva ve kaza fonksiyonları birbirinden ayrılmıştır.

Mezheplerin oluştuğu II. ve III. Hicrî yüzyılda, üzerlerinde genellikle devlet memurluğu gõrevi bulunmayan müctehidlerce İslâm hukuku tedvin edilmiş ve fıkıh kaynaklarına intikal etmiştir. Sahabei kiram devrinde doğrudan âyet ve hadislere başvurulurken artık fıkıh kaynakları kanun yerini almaya başlamıştır. Ancak hukukî bir problemin hükmünü fıkıh kitaplarından çıkarmakta kimi zaman güçlük vardır. Bu nedenle daha önceden verilmiş hazır cevaplar (fetvalar) toplanarak fetva kitapları meydana getirilmiştir. Bunlar kadılerın elinde hazır bilgiler olup, uygulamada kolaylık sağlamıştır. Osmanlılar devrinde tertip ve tedvin edilen fetva kitapları sayısının yüzleri astığı düşünülürse, İslâm hukukunun ne kadar işlendiği ve bilgilerin çokluğu ortaya çıkar (Kâtip Çelebi, Keşfüz-zunûn, fetva kitabı niteliğindeki eserler; Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri,)

Fetva ile meşgul olmak çok önemli bir iştir. Çünkü müftî, helâl, haram, sıhhat, fesat ve benzeri hükümleri İslâm adına açıklamış olur. Bu konuda gerekli araştırmayı yapmadan, kendi hevasına uyarak fetva vermek sorumluluğu gerektirir. Hele fetva, kul hakları ile ilgili ise daha dikkatli olmak gerekir. içtihad ve fevta vazifeleri büyük bir ilim ve ihtisas işidir. Ayet ve hadislerin manalarını sathi bir şekilde anlayabilen, hâfızalarında sınırlı birkaç hadis bulunan kimselerin bir müctehide tabi olmayıp da şer’î delillerden hüküm çıkarmaya kalkışmaları ve kendi namlarına fetva vermeleri caiz olmaz (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukûkî İslâmiyye ve İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, I / 250).

Müftî, içtihad yapabilecek ve delillerin kuvvetli olanını seçebilecek durumda ise, mezheplerin görüşleri arasından tercih yapabilir. Ancak bunu yaparken üç şarta bağlı kalması gerekir: Delil bakımından zayıf olan görüşü seçmemelidir. Tercih ettiği görüş insanların yararına olmalı ve onları ne şiddete ve ne de gevşekliğe sevketmemelidir. Bu görüş, iyi niyete dayanmalı, sırf insanları memnun etmek ve onların keyfi arzularını tatmin etmek için seçilmiş olmamalıdır. (Ebû Zehrâ islam hukuku)
İçtihad yapabilen müftî bütün dikkat, iyi niyet ve gayretini sarfettikten sonra, verdiği fetvada isabet etse de yanılsa da sevap kazanır. Hadiste şöyle buyurulur:

“Hâkim(fetva veren müftü) içtihad yaparak hükmedip, bunda isabet ederse, onun için iki mükâfat vardır. içtihadla hükmedip de yanılırsa, onun için bir mükâfat vardır.” (Buhâri, el-İ’tisâm, 21; Müslim, el-Akdiye, 15; Ahmed b. Hanbel, III / 187).

Fetva kitaplarından bazıları:

a) Hindiyye: “el-Fetâvâ’l-Hindiyye ve el-Alemgîriyye” ismini taşıyan bu meşhur fetva kitabı, Sultan Muhammed Evrengzîb Bahâdır Âlemgîr ‘in emriyle, Hindistan âlimlerinden bir kurul tarafından te’lif edilmiştir. Hanefi mezhebine ait, arapça olup, hükümleri delillerini kapsamına almaz. Meseleler fıkıh bablarına göre düzenlenmiştir. Eser birkaç defa basılmıştır (Bulak, I-VI, 1310/1892, el-Meymeniye, 1323/1905).

b) Hâniyye: Ferganalı Fahruddin Hasan b. Mansûr tarafından te’lif edilmiştir. Hanefi mezhebi’ne göre verilen fetvalardan ibarettir. Çok yaygın olan ve sık sık meydana gelen meseleleri kapsamına alır. Hindiyye’nin kenarında basılmıştır.

c) Bezzâziyye: Harezmli Muhammed b. Muhammed el-Kerderî tarafından te’lif edilmiş olup, el-Câmiu’l-Vecız adiyle yine Fetevây-ı Hindiyye’nin kenarında basılmıştır.

d) Hulâsatü’l-Ecvibe: Çeşmizâde Muhammed Hâlis tarafından on beş yıllık bir çalışma sonucu tertip edilmiş olup, bazı rumuzlar kullanılarak Feyziyye, İbn Nüceym, Abdurrahım, Behce, Ali Efendi ve Netice adlarını taşıyan altı fetvâ kitaplarının fetvalarını bir araya getirmiştir. “Cevapların özeti” anlamına gelen bu eser iki cilt hâlinde basılmıştır.

e) Mahmud Şeltut, el-Fetâvâ: Muâsir Ezher âlimlerinden Mahmud Şeltut hz. tarafından te’lif edilen bu eser, tek cilt olup, bazı çağdaş problemlere verilen fetvaları kapsamına almaktadır.

Konuyla ilgili detaylı bilgi için şu açıklamaları da okumanızı tavsiye ederiz:

Fetvâ kavramı

Kur’ân-ı Kerim’e göre insanın yaratılış amacı hz.Allah’a kulluktur. Kulluğun nasıl yapılacağı hz.Allah’ın peygamberleri aracılığıyla gönderdiği vahiy yoluyla anlaşılabilir. Ancak vahyin getirdiği talepler bazen açık ve detaylı olabildiği halde çoğu kere çerçeve prensipler ve ana ilkeler şeklindedir. Bu da dinamizmi sağlayan temel unsurdur. Bu sebeple ana kaynaklardan gerekli hükmü elde edebilmek bilgiyi ve uzmanlığı gerektirmektedir. Hayatın karmaşık problemleri, insanın kabiliyet ve imkânları onun bütün alanlarda yeterli donanımı sağlamasına ve uzmanlık derecesinde bilgi elde etmesine fırsat vermez. Bu gerçek, zorunlu olarak iş bölümünü beraberinde getirmektedir. Bu sebeple her toplumun kabiliyetlerine göre uzmanlaşmak üzere bireylerini organize etmesi ve onları ihtiyaç duyduğu alanlara yönlendirmesi esaslı bir görevdir.

Tanım ve İlgili Kavramlar

Fetvâ, kelime olarak bir olayla ilgili hükmü açıklayan kuvvetli cevap anlamına gelir. Çoğulu “fetâvâ” veya “fetâvî”dir (fetvâlar). Bir fıkıh terimi olarak sözlük anlamıyla yakınlık arzeder ve bir meselenin dinî hükmünü yazılı veya sözlü olarak açıklayan cevap manasında kullanılır. Yapılan bu işe de “iftâ” denir. Cevabı açıklayana yani fetva verene “müftî”, soruyu sorup cevabını isteyene de “müsteftî” denir. Aynı konuda verilen bir çok fetva içinde tercihe esas alınan görüşe ise “müftâ bih” denir ki, daha çok mezhep içi ihtilaflarda kullanılan bir kavramdır. Fetva verirken uyulması gereken kurallara da genellikle “âdâbü’l-müftî” veya “âdâbü’l-fetvâ” adı verilir. Buna göre fetvâda dört unsur söz konusudur: fetvâ veren (müftî), fetvâ isteyen (müsteftî), sorulan soru (mesele), verilen cevap (fetvâ).

Dinî bir konuda soru (fetvâ) sorma ya da sorunun cevabını (fetvâsını) verme hususunda fetvâ kelimesinin tercih edilmesinde kelimenin Kur’ân’ı kerimde ve hadislerdeki kullanımın etkili olduğunu belirtmek gerekir. Fetvâ kelimesi ve türevleri Kur’ân’ı kereimde sözlük anlamına paralel olarak, görüş sorma veya görüş bildirme (4:127, 4:176, 18:22, 27:32), soru sorma (37:11, 37:149), rüyayı yorumlama (12:41, 12:43, 12:46) anlamlarında dokuz ayeti kerimede kullanılmıştır. Aynı anlamda kelime hadislerde de türevleriyle birlikte genişçe kullanılmış, (1) daha sonraki dönemlerde de kavramsal bir çerçeveye oturarak ilk başta verilen manada terimleşmiştir.

Fetvâ Sorumluluğu

Fetvâ vermek ya da dinî bir meseleyi aydınlatmak ehli açısından ne kadar büyük bir sevap getiriyorsa, yeterli birikim ve donanıma sahip olmayanların fetva vermeye yeltenmesi de bir o kadar günahtır hatta büyük günahlardandır ve haramdır.

Hz. Peygamber (asm):

“Bilgisi bulunmadığı halde fetvâ veren onun günahını üstlenir.” (2)
“Sizin fetva vermeye en cüretkâr olanınız, cehenneme atılmaya en cesaretli olanınızdır.” (3) şeklindeki hadisleriyle uyarıda bulunmuştur.

Bu sebeple büyük âlimlerinden birçoğu bilmedikleri meseleler kendilerine getirildiğinde “Bilmiyorum” diyebilmişler ve onun sorumluluğu altına girmemişlerdir. Hatta “Lâ edrî nısfü’l-‘ilm/ bilmiyorum sözü ilmin yarısıdır.” ifadesi ulema arasında meşhur olmuştur.

Müftüde Aranan Şartlar

Müftî, Müslüman, mükellef (akıllı ve bulûğa ermiş), dinî hassasiyete sahip, zeki, duyguların etkisinden uzak objektif kriterlere göre hareket edebilen, ilkeli, vardığı sonucu karşı tarafın kimliğine bakmaksızın açıklayabilen bir kişiliğe sahip olmalıdır. Müslüman olmayan, akıl hastası, küçük ve alimlerin çoğunluğuna göre fâsık’ın fetvası geçerli değildir. Çünkü fetvâ şer’î hükmü haber vermek demektir. Fâsık’ın haberi ise muteber değildir.

Fetva, dinin açık hükmünün bulunduğu bir konuda isteniyor ise bu hükmün aktarılması/ beyan edilmesi, açık hüküm bulunmayan konularda ise istinbat/ictihad yoluyla verilir. Buna göre gerçek anlamda müftî içtihad şartlarını taşıyan âlim demektir. Bir başka ifadeyle müftî ile müctehid aynı anlama gelir. İçtihad ise kısaca söylemek gerekirse Kur’ânı kerim ve Sünnet’i seniyye temel ilkeleriyle karşılaşılan meselenin bağlantısını kurarak şer’î hükme ulaşmak demektir. İctihâd bir çok şartı bulunan bilimsel bir faaliyettir ki usûl-i fıkıh kitaplarında bu şartlar geniş şekilde sayılır. Dolayısıyla müctehid derecesinde birikimi bulunmayan ve mevcut fetvaları ya da içtihadları aktaran kişiye (mukallit) ancak mecazi anlamda müftî denilebilir.

İctihadın şartlarını da kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür: Kur’ânı kerim ve sünneti seniyye Arap dilinde kayda geçtiği için Arapçayı bilmek, Kur’an’ı kerimi ve özellikle ahkam ayetlerini ve tefsirlerini bilmek, hadîs ilmini, yani ahkâm hadisleri ve hadis usûlünü bilmek, üzerinde icmâ hasıl olmuş yani İslam alimlerinin görüş birliğine vardığı hükümleri bilmek, dinin maksat ve gayelerini bilmek, Kur’ânı kerim, sünneti seniyye ve diğer delillerden hüküm çıkarma tekniklerini öğreten fıkıh usûlü ilmine hakkıyla vakıf olmak ve içtihad melekesine/kabiliyetine sahip olmak.

Bunlar dışında müftî açısından şu hususlar da önemlidir: Müftî sorulan soruyu iyi anlamalı ve derinlemesine düşünmelidir. Cevabını müsteftînin anlayabileceği şekilde açık bir biçimde anlatmalı, gerekirse delillerini zikretmeli, verdiği fetvalarda orta yolu tercih etmeli, bilmediği konularda gelen sorulara cevap vermemeli, araştırmalı ve bilenlere danışmalı ya da müsteftîyi onlara yönlendirmelidir.

Müftînin soruyu soranın özel hallerini ve sırrını ifşa etmemesi temel bir görevdir ve fetvânın adabındandır.

Örf-âdetin etkin olduğu konularda sorunun geldiği yörenin gelenek ve anlayışını, kelimelere yüklediği anlamı iyi bilmek bunları öğreninceye kadar fetvadan uzak durmak esastır. Bu konu hususiyle yemin ve talak gibi konularda büyük önem arzetmektedir. Çünkü belli bir örfe göre belirlenmiş olan hükümler farklı bir örfün geliştiği ortamlarda değişebilmektedir. Mesela satılan bir malın eve teslim yükümlülüğünün satıcıya ait olup olmadığını belirleyen örftür. Bu yörelere göre değişebilir.

Akit tamamlandıktan sonra bu konuda bir ihtilaf çıksa da müftîye sorulsa vereceği cevap yöre uygulamasına göre olacaktır. Mesela örfe göre Erzurum’da teslim yükümlülüğü satıcıya Balıkesir’de alıcıya aitse her iki yörede de birbirine zıt hüküm vermesi gerekecektir.

“Örfen ma’rûf olan/bilinen şey konuşularak şart kılınmış gibidir.” (4)

“Âdet muhakkemdir/hakem kılınır.” (5)

“Nâsın/insanların isti’mali/uygulaması bir hüccettir/delildir ki onunla amel vâcib olur.” (6)

kaideleri burada belirleyicidir. Keza dayalı-döşeli olarak kiraya verilen evlerin bulunduğu yörelerde evde bulunması standart eşya konusunda bir örf oluşmuşsa akit esnasında konuşulmasa da kiraya veren bu eksiklikleri tamamlamakla yükümlüdür.Müftî, fetvayı maksadının dışında kullanmak isteyenlere ya da vereceği fetvanın maksadı aşacak durumların ortaya çıkmasına vesile olabileceği hallere karşı uyanık olmalıdır.

Müsteftînin Durumu

Müsteftî iyi niyetli olmalı ve cevabı aranan soru ya da çözümü istenen sorun şer’î hükmü öğrenme ve uygulama amacı taşımalıdır. Başkasının bilgisini denemek, cehaletini ortaya çıkarmak, tartıştıkları kişiyi mağlup etmek, elde edilen bilgiyi haksız yere kullanmak amacıyla soru sorup fetva istemek erdemli bir davranış değildir.

Müsteftî, sorusunu sorabileceği birden fazla müftî varsa alimlerin çoğunluğuna göre hangisinin daha bilgili olduğunu araştırmasına gerek olmaksızın dilediğine sorarak aldığı cevaba göre hareket edebilir. Kur’ân-ı Kerîm’in

“... Bilmiyorsanız bilenlere/uzmanlarına sorun.” (Nahl, 16/43; Enbiya, 21/7) ayeti bu görüşün delilidir. Bu konuda mezhep farkı da çok önemli bir husus değildir.

“Âmmî’nin (müctehid olmayan halktan insanlar/avâm) mezhebi müftünün fetvasıdır.” (7) ifadesine fıkıh kitaplarımızda açık bir şekilde yer verilir.

Çünkü içtihada açık konularda usûlüne uygun şekilde istinbât edilen hükümler dinin mutlak görüşü diğer bir ifadeyle hz.Allah’ın kesin muradı olarak kabul edilmemiştir. İslam âlimlerinin birbirlerine bakışlarında belirleyici rol oynayan bu husus şu şekilde formüle edilmiştir:

“Bizim mezhebimizin görüşü isabetlidir, ama hatalı olma ihtimali vardır. Muhalifimizin mezhebinin görüşü hatalıdır, ama isabetli olma ihtimali vardır.”

Buna göre hiçbir içtihad mutlak anlamda dinin kendisi değildir ama usulüne uygun yapılmış her içtihad dinin içinde bir yere sahiptir ve Hz.ALLAH C.C katında bir değeri vardır. Delilini bilmeksizin bir müctehide uyan (mukallid) sormakla üzerine düşeni yapmıştır.

Müsteftî birden fazla müftîye sormuş bulunursa ve onlardan farklı cevaplar alırsa nasıl hareket etmelidir? Bu konuda bir çok görüş bulunmakla birlikte müsteftî müftînin bilimsel donanımını ölçebilecek birikime sahip bulunmadığı için ilmine güvendiği ve kalbinin yattığı görüşe uyar.

Müsteftî sorduğu soruda sübjektif bir tavırla müftîyi yönlendirmiş ve müftü de buna göre bir cevap vermiş ve aldığı cevap da vicdanını rahatsız ediyorsa müsteftî aldığı cevaba göre hareket edip etmeme hususunda vicdanının sesine kulak vermeli ve böyle bir fetva ile haksızlığa yol açmamalıdır. Çünkü müftî olayın içyüzünü bilmediği için sadece kendisine sorulan soru çerçevesinde konuya muttali olur ve dinlediğine göre cevabını verir. Müsteftî sorusunda bazı hususları açıklamaz ya da yönlendirici davranırsa aldığı cevap o konunun şer‘î hükmünü ortaya çıkarmaz.

Hz. Peygamber (asm)’in

“Müftüler sana fetva verse de sen yine de fetvanı kalbinden al.” (8) mealindeki hadisi şerif bu hususa işaret eder.

Müsteftînin aldığı fetvaya göre amel ettikten sonra müftînin fetvası değişmiş ve öncekine aykırı yeni bir hüküm ortaya çıkmışsa ameli geçerlidir ve bâtıl olmaz. Hz. Ömer (ra) bir olay üzerine verdiği bir hükmün üzerinden yaklaşık bir yıl geçtikten sonra aynı konuda farklı bir görüş ortaya koymuş ve kendisine önceki verdiği hüküm hatırlatılınca

“O geçen sene verdiğimiz hükümdü, bu ise şimdiki hükmümüzdür.” (9) şeklinde cevap vermiştir.

İslâm hukukunun “İçtihad içtihad ile nakzolunmaz/içtihad içtihadı bozmaz.” kaidesi  (10) bunu ifade eder. Ancak müsteftî, müftînin rücû ettiği (döndüğü) görüşünden sonra ona göre davranamaz.

Fetvada Hata

Fetvada hata iki şekilde olabilir. Eğer gerekli donanıma sahip olmayan birisi “Bana göre” diyerek fetva vermiş ve hatası ortaya çıkmış ise bu şahıs günahkârdır, tövbe etmelidir ve eğer Allah haklarından birisinin ihlaline sebep olmuş ise ve verdiği fetvadan doğan hatanın telafisi de söz konusu ise ilgili kişiyi derhal ikaz ederek yükümlülüğünü hatırlatmalıdır. Mesela, şu kadar malı olan birisine zekât gerekmediği yönünde fetva vermiş ve daha sonra da bunun bilgisizliğinden kaynaklanan bir hata olduğunu anlamış ise zekâtla yükümlü olan kişiye bunu hatırlatmalıdır. Böyle bir kişi maddi bir zarara ya da cezaya vesile olmuşsa bu zarardan sorumlu olmakla birlikte hangi şartlarda ne tür bir tazminle yükümlü olduğu fukaha arasında tartışma konusudur. Bazı alimler de sorumluluğu, ehil olmayana soru sorana yüklemekte ve fetva verenin yükümlülüğünün bulunmadığını dile getirmektedirler. Hata müctehidin içtihadında ise fetvayı verene de alana da sorumluluğun bulunmadığı hadislerde açıkça ifade edilmekte ve sahabe tatbikatında görülmektedir. Bu durumda müftînin başkalarının bu fetvaya göre davranmalarını engellemek için sadece ictihâdından rücû ettiğini beyan etmesi yeterlidir.

Fetvâ-Kazâ İlişkisi

Fetvâ ve kazâ fonksiyon olarak şer’î hükmü açıklama noktasında birleşirler. Ancak bazı hususlarda birbirlerinden ayrılırlar. Fetvâ, bütün dini meselelerde şer’î hükmü açıklamayı hedefler ve sırf bilimsel kriterlere göre harici etkilerden uzak gelişen sivil bir çabanın ürünü olarak ön plana çıkar. Bu sebeple belli insanların tekelinde değildir. İslâm’da Tanrı adına hareket eden din adamları sınıfı (ruhbân sınıfı) bulunmadığı için bilimsel birikimi yeterli olan herkes (âlim) fetvâ verebilir. Günlük hayatta bir Müslümanın karşılaştığı her türlü dinî soru ya da sorun bu sahayı ilgilendirir ve bu açıdan kazadan daha geniş bir alanı vardır. Ancak sorunun sorulduğu âlim açısından verdiği cevap bağlayıcı olmakla birlikte soranın aldığı cevaba uyma zorunluluğu yoktur, vicdanını ilgilendirir. Kazâ ise yargı alanını ilgilendirdiği için, devlet otoritesini temsil eden kadının mahkemeye intikal eden davada verdiği kararı şer’î hükmü açıklamış olsa da aynı zamanda resmîdir ve tarafları bağlayıcı karakter arzeder. Bununla birlikte kadıların hüküm verirken fetvalardan faydalandıkları ve müftülerle istişare ettikleri bilinen bir husustur. Mesela Samanoğulları döneminin ünlü vezir ve âlimlerinden Hâkim eş-Şehîd el-Mervezî (ö.334/945) Hanefî fıkhının en muteber kaynaklarından birisi olan Serahsî’nin (ö.483/1089) el-Mebsût’unu fetva verirken müftülerin yararlanmaları, karar verirken kadıların esas almaları, günlük işlerinde halkın müracaat etmeleri için el-Kâfî adıyla özetleyerek hizmete sunmuştur. Keza Osmanlılar döneminde Molla Hüsrev’in Dürerü’l-hükkâm’ı ile İbrahim el-Halebî’nin el-Mültekâ’sı aynı yönde işlev görmüştür.

Fetvânın değişmesi çeşitli faktörlere bağlı olarak içtihada dayalı hüküm ve fetvalarda değişiklik söz konusu olabilir. Belli bir maslahat ya da örf ve illete göre verilmiş olan hükümler/fetvalar o maslahatın veya örf ve illetin değişmesiyle değişir. Keza belli maksatları gerçekleştirmek üzere öngörülmüş vasıta türünden hükümler de daha uygun vasıtaların ortaya çıkmasıyla değişir. Mesela; Başlangıçta Kur’ân öğretme, imamlık, müezzinlik vb. ibadet nev’inden görevler için ücret alınması caiz görülmezken, daha sonraları bu hizmetlerin aksaması ve ihtiyaç sebebiyle bu meslek erbabına maaş bağlanması caiz görülmüştür. Başlangıçta Hz. Peygamber (asm)’in soyundan gelenler zekat almazken, daha sonraki dönemlerde bu caiz görülmüştür. Başlangıçta birisinin yanında emanet olarak bırakılan malların o şahsın kusuru yoksa herhangi bir sebeple telef olması durumunda, malın yanında bulunduğu kişinin tazmin sorumluluğu bulunmazken, sonraları ahlakın bozulmasından dolayı tazmine hükmedilmiştir. - Başlangıçta bütün mü’minler güvenilir sayıldığından dava şahitleri araştırılmazken, bir müddet sonra araştırılması gerektiği hükme bağlanmıştır. Bu ve benzeri hükümleri çoğaltmak mümkündür. Mecelle 39. maddesinde açıkça “Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkar olunamaz.” şeklindeki kaidesiyle bu konuyu ele alır. Fıkıh kitaplarında rücû edilen görüşler mevcut olduğu gibi değişen hükümlerden de bahsedilmektedir. Hatta İmam Şâfiî’nin eski ve yeni iki mezhebi bulunmaktadır. Hükümlerin ve fetvaların hangi faktörlere bağlı olarak değişebileceği ayrı bir araştırma konusudur.


Kaynaklar 

1-) bk. Wensinck, Concordance, “f.t.v.” md.

2-) Ebû Dâvûd, İlim, 8

3-) Dârimî, Mukaddime, 20

4-) Mecelle, md. 43

5-) Mecelle, md. 36

6-) Mecelle, md. 37

7-) bk. İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik, Beyrut, ts. (Dâru’l-Ma‘rife), II,
316

8-) Ahmed b. Hanbel, I, 194

9-) Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-31, XVI, 84

10-) Mecelle, md. 16

Yorum Gönder

Küfür, hakaret içeren yorumlar, spam sayılarak kaldırılacaktır. Üçüncü şahıs ve kurumlara karşı yapılan yorumlar, yorum yapanın sorumluluğundadır. Sadece Gerçek dergisi ve editörleri bu yorumlardan sorumlu tutulamaz.

Daha yeni Daha eski