Öncelikle bu yazıda, tasavvufa temel ama sağlam bir giriş yapacağız. Bu yazının devamı olan seride ise tasavvufta olan teberrük, temessül, şefaat, himmet, rabıta gibi önemli ve İslam'da olmasına rağmen, cahillerce reddedilen bu kavramları açıklamaya çalışacak ve ispatlayacağız inşaAllah. Şimdi, tasavvufu dilimiz döndüğünce açıklamaya çalışalım.
Tasavvuf, isim olarak her ne kadar sonradan ortaya çıkmış gibi anlaşılsa da, terbiye metodu ve uygulamaları bizzat Peygamber Efendimiz'e (Sallallahu aleyhi ve sellem) kadar dayanmaktadır. Dolayısıyla bazı cahillerin tasavvuf ve tarikat yoluna bid'at demesi, bu yolun sıhhatine zarar getiremez. Zarar, ancak ve ancak o cahillerin kendisine ve onlara inananlarındır. Allah ve Rasulü'ne gerçekten inanan, nefsini temizleyerek arındıran, taklidi imandan tahkiki imana geçen insana korku yoktur.
Tasavvuf, imtihan gereği insandaki hayvâni sıfatların olması sebebiyle, bir mürşid-i kâmil kontrolünde yapılacak mücahade ve nefs tebiyesiyle melekî sıfatlara bürünmeye götüren bir yoldur. Nitekim bu yol İslam'ın başından beri bulunmakta ve uygulanmaktadır. Bir insan-ı kâmil ortaya çıkarmak, insanları gerçek imana eriştirmek gayesi, asr-ı saâdetten bu yana uygulanan manevi bir terbiye metodudur. Hedefi; nefsi tezkiye, kalbi tasfiye etmek suretiyle kulu hakiki imana ulaştırmaktır.
Böylece bütün amellerini ihsan makamında, yani sürekli Allah'ın kendisini gördüğünün farkına vararak ve bu halden gafil olmaması ve bütün amellerini bu şekilde ifa etmesini sağlayarak İlâhi rızaya erişmesine vesile olmaktır. Yani işin özü, nefsi terbiye etmektir.İslam'da tasavvufun var olduğuna dair mevzuya girmeden önce nefis hakkında bilgi vermeyi lüzumlu görüyor ve bu konuya kısaca değinmek istiyoruz.
Nefis terbiyesi nedir?
Nefsi tarif etmek bizim gibi aciz ve nefs-i emmareden kurtulamamışların haddine değildir. Bizler sadece öğrendiklerimizi, okuduklarımızı ve dinlediklerimizi aktarmaya çalışıyoruz. Ancak insanda bulunan kötü huylar. Şehvet, öfke, kin, hased, büyük günah işleme, cehalet, hırs, küfür ve şirk gibi zararlı ve ebedi helaka götürecek bütün pis huylar nefs-i emmare makamında bulunmaktadır. Bu kötü huylardan kurtulmak için mürşide gerçekten teslim olarak salih ameller işlemek, her türlü dünya sevgisini kalpten çıkarmak, az yemek, az uyumak, az konuşmak gibi şartlara harfiyen uyulması gerektir.
Kadiri tarikatı, Eşrefiyye kolunun piri olan Eşrefoğlu Rumi (kuddise sırruh) hazretleri, Müzekkin Nüfus (Nefisleri temizleyen) adlı eserinde, nefs-i emmare makamındaki bir nefsin üç sıfatı vardır. Bunlardan başka sıfatı alamayacağını belirtir. Bu sıfatlar; kafir, münafık ve fasık sıfatlarıdır ki, Allah bu sıfatla ahirete gelen herkesin cehenneme gideceğini ayetlerle bildirmektedir. Bu sıfatlardan en iyi ihtimalle fasık bile olsan, cehenneme gitmen çok yüksek bir ihtimaldir. Çünkü fasık, açıktan çekinmeyerek büyük veya küçük demeden günah işleyenlere verilen bir sıfattır. Fasık sıfatında olanın küfre düşmesi ise yüksek bir ihtimaldir. Dolayısıyla nefs-i emmare makamında kalmamak ve o mertebeden derhal yükselmek çok elzemdir.
Alimler nefsin vücuttaki bulunan halini aşağı yukarı şu şekilde tarif etmişlerdir: (Daha iyi anlamak için görsele bakın.)
Nefsin başı, iki kaş arasındadır. Vücudu ise iki kemik arasında, kürek kemikleri arasında bulunur. Ayakları ise çoktur. İnsan vücudundaki letaifleri sarmıştır. Onun için, organlarımızla amel yaptığımızda nefis bundan pay alıyor. Ancak bir kamil mürşid gözetiminde amel edilirse eğer, letaifler gerçek görevini üstlenir.
Kamil mürşidin nazarı, nefsin gücünü azaltır. Nefsi felç eden tek şey nazardır. Onun nazarı (bakışı) ve terbiyesi sayesinde nefsin ayakları başta toplanır. Letaifler nefsin elinden kurtulmaya başlayınca kuvvetlenir, artık nefsi dinlememeye başlar. Nefis letaiflere tabi olur. Letaifler asıl memleketi olan emir alemine yükselirler. Nefis de onları takip eder. Orada nefis, Allah'ın nazarına mazhar olur. Sıfatı değişir, böylece nefs-i mutmainne makamına ulaşır. Artık iyi ve güzel işleri emretmeye başlar. İşte bu sebeple zikir şarttır. O da bir kamil mürşidin terbiyesi altında yapılır.
Bir mürşide teslim olmayan insan, yaptığı işlerde yalnız başına kalır. Nefsin mertebeleri vardır. Nefs, bu mertebeleri aşmadan insan-ı kâmil olamaz. Bu nefs mertebeleri aşağıdaki tabloda sırasıyla verilmiştir.
İnsanlar, yaratıldıkları zaman nefs-i emmare seviyesindedir. Bir mürşid-i kâmile bağlanarak tasavvuf yoluna girer, ona verilen virdleri ve derslerini düzenli çeker, mürşidinden şüphe etmeden ve kalbinden de olsa ona muhalefet etmeden itaat ederse, yani mürşidine teslim olursa, az yer, az uyur, az konuşur ve nafile ibadetleri de yaparsa, Allah'ın izniyle mürşid-i kamil, onu nefs-i emmareden kurtarır ve nefs-i levvame makamına çıkartır. Bu makamları geçmenin belli bir süresi yoktur. Kimi insan bu makamları hızla geçerek insan-ı kâmil olur, kimisi ise 40 yıl bu kapıda olurda bir arpa boyu yol alamaz.Kimisi bir ayyaşken Bişr-i Hafi hazretleri gibi Allah'ın ismine saygıdan dolayı irşad olur ve hatta mürşid-i kâmil olur. Kimisi de gurur ve kibirden kurtulamaz, mürşidine asi olur ve helak olur gider. Bu nasip meselesidir, nasip olması içinde insanda samimiyet, teslimiyet ve mükellefiyetlere karşı sorumluluk olması gerekir.
İmam Kuşeyrî’nin (kuddise sırruh) iki ciltlik Tasavvufun ilkeleri eserinde belirttiği gibi, Hz. Peygamber’in (Salllallahu aleyhi ve sellem) sohbetinde bulunanlara “sahâbe”, sahâbenin sohbetinde bulunanlara “tâbiîn”, tâbiînin sohbetinde bulunanlara “tebeu’t-tâbiîn” gibi unvanlar verilmiştir. Çok sonraları dinin hükümlerine büyük bir dikkatle riayet edenlere “âbid” ve “zâhid”, zamanla ortaya çıkan bid’atler karşısında Ehl-i sünnet çizgisinden ayrılmayan, “her nefeste Allah-u Teâlâ ile beraber olma” hâlini koruyan ve gafletten sıyrılmaya çalışanlara Hicri 2.yüzyıldan itibaren “Mutasavvıf”, “Sûfî” (takip ettikleri yola ise “Tasavvuf”) denilmiştir.
Ehli tarafından “Tasavvuf” ve “Sûfî” kavramlarına pek çok farklı tarif getirilmiştir. Bu tariflerin sayısını bine kadar çıkaranlar, hatta “mutasavvıfların sayısı kadardır” diyenler dahi var. Tasavvufu açıklamak bizim haddimiz değildir. Biz sadece tasavvufu açıklayan alimlerin sözlerini açıklarız. Tasavvuf hakkında alimlerin yaptıkları tariflerden bazıları şöyle;
• “Tasavvuf her güzel huyu benimsemek ve her kötü huydan sıyrılmaktır.” (Ebû Muhammed Cerîrî)
• “Tasavvuf güzel ahlâktır.” (Ebû Muhammed Murtaiş)
• “Sûfî, kalbini Allah için tasfiye edip (arındırıp) tertemiz yapan kimsedir.” (Bişr Hâfî)
• “Sûfî, Allah’ın kalbini tasfiye edip (arındırıp) nurla doldurduğu kimsedir. Böyle kalbine nur dolan kimse zikr-i ilâhîden lezzet alır.” (Ebû Saîd Harrâz)
• “Tasavvuf, sulhü olmayan bir cenktir. Yani hiç bitmeyen bir nefis mücadelesidir.” (Cüneyd Bağdâdî)
• “Tasavvuf hakikatleri almak, insanların elindekinden ümid kesmektir.” (Ma’ruf Kerhî)
• “Tasavvuf, bir evdir; kapısı şeriattır.” (Cüneyd Bağdâdî)
• “Tasavvuf, edepten ibarettir. Her makamın, her hâlin ve her vaktin bir edebi vardır. Ancak buralardaki âdâba riâyet eden kimse rical sınıfına girer.” (Ebû Hafs Haddâd)
• “Tasavvuf, Hakk’a boyun eğmektir.” (Ebu’l-Hüseyn Müzeyyin)
• “Tasavvuf, kişinin kovulsa bile Sevgili’nin kapısında diz çöküp beklemesidir.” (Ebû Ali Rûzbârî)
• “Tasavvuf, takdir-i ilâhîye sabır, Allah’tan (c.c.) gelene rıza ile çöller ve yollar aşmaktır.” (İbn Hafîf)
• “Tasavvuf, itirazı terk etmektir.” (Ebû Sehl Su’lûkî)
• “Ehl-i tasavvuf, Allah’ı (c.c.) her şeye tercih eden ve Allah’ın (c.c.) da kendilerini her şeye tercih edip yücelttiği kimselerdir.” (Zünnûn Mısrî)
• “Tasavvuf, Hakk’ın nasibi için nefsin nasibini külliyen (tamamıyla) terk etmektir.” (Ebu’l-Hüseyn Nûrî)
• “Tasavvuf, her türlü sıfatın kaybolduğu bir hâldir.” (Ebû Ya’kub el-Mezâyilî)
• “Tasavvuf, Hak’tan başkasının bilmediği amellerin sûfî üzerinde cereyan etmesi ve (onun) devamlı surette sadece Allah’ın (c.c.) bildiği bir hâl üzerine Hak ile beraber bulunmasıdır. ” (Ebû Süleyman Dârânî)
• “Tasavvuf safâ ve müşahededir. Çünkü safâ, kalp tasfiyesini ve onun için gerekli olan ibadet, zühd, mücahede, ihlâs, teslimiyet ve Hakk’a yönelmek gibi konuların hepsini içine almaktadır. Müşâhedede sûfîlere ait her türlü rûhî tecrübe, manevî ahvâl ve keşfî bilgilerle mârifet-i ilâhiyye konuları bulunmaktadır.” (Ebû Bekir el-Kettânî)
İmam Kuşeyrî’nin (kuddise sırruh) iki ciltlik Tasavvufun ilkeleri eserinde belirttiği gibi, Hz. Peygamber’in (Salllallahu aleyhi ve sellem) sohbetinde bulunanlara “sahâbe”, sahâbenin sohbetinde bulunanlara “tâbiîn”, tâbiînin sohbetinde bulunanlara “tebeu’t-tâbiîn” gibi unvanlar verilmiştir. Çok sonraları dinin hükümlerine büyük bir dikkatle riayet edenlere “âbid” ve “zâhid”, zamanla ortaya çıkan bid’atler karşısında Ehl-i sünnet çizgisinden ayrılmayan, “her nefeste Allah-u Teâlâ ile beraber olma” hâlini koruyan ve gafletten sıyrılmaya çalışanlara Hicri 2.yüzyıldan itibaren “Mutasavvıf”, “Sûfî” (takip ettikleri yola ise “Tasavvuf”) denilmiştir.
Ehli tarafından “Tasavvuf” ve “Sûfî” kavramlarına pek çok farklı tarif getirilmiştir. Bu tariflerin sayısını bine kadar çıkaranlar, hatta “mutasavvıfların sayısı kadardır” diyenler dahi var. Tasavvufu açıklamak bizim haddimiz değildir. Biz sadece tasavvufu açıklayan alimlerin sözlerini açıklarız. Tasavvuf hakkında alimlerin yaptıkları tariflerden bazıları şöyle;
• “Tasavvuf her güzel huyu benimsemek ve her kötü huydan sıyrılmaktır.” (Ebû Muhammed Cerîrî)
• “Tasavvuf güzel ahlâktır.” (Ebû Muhammed Murtaiş)
• “Sûfî, kalbini Allah için tasfiye edip (arındırıp) tertemiz yapan kimsedir.” (Bişr Hâfî)
• “Sûfî, Allah’ın kalbini tasfiye edip (arındırıp) nurla doldurduğu kimsedir. Böyle kalbine nur dolan kimse zikr-i ilâhîden lezzet alır.” (Ebû Saîd Harrâz)
• “Tasavvuf, sulhü olmayan bir cenktir. Yani hiç bitmeyen bir nefis mücadelesidir.” (Cüneyd Bağdâdî)
• “Tasavvuf hakikatleri almak, insanların elindekinden ümid kesmektir.” (Ma’ruf Kerhî)
• “Tasavvuf, bir evdir; kapısı şeriattır.” (Cüneyd Bağdâdî)
• “Tasavvuf, edepten ibarettir. Her makamın, her hâlin ve her vaktin bir edebi vardır. Ancak buralardaki âdâba riâyet eden kimse rical sınıfına girer.” (Ebû Hafs Haddâd)
• “Tasavvuf, Hakk’a boyun eğmektir.” (Ebu’l-Hüseyn Müzeyyin)
• “Tasavvuf, kişinin kovulsa bile Sevgili’nin kapısında diz çöküp beklemesidir.” (Ebû Ali Rûzbârî)
• “Tasavvuf, takdir-i ilâhîye sabır, Allah’tan (c.c.) gelene rıza ile çöller ve yollar aşmaktır.” (İbn Hafîf)
• “Tasavvuf, itirazı terk etmektir.” (Ebû Sehl Su’lûkî)
• “Ehl-i tasavvuf, Allah’ı (c.c.) her şeye tercih eden ve Allah’ın (c.c.) da kendilerini her şeye tercih edip yücelttiği kimselerdir.” (Zünnûn Mısrî)
• “Tasavvuf, Hakk’ın nasibi için nefsin nasibini külliyen (tamamıyla) terk etmektir.” (Ebu’l-Hüseyn Nûrî)
• “Tasavvuf, her türlü sıfatın kaybolduğu bir hâldir.” (Ebû Ya’kub el-Mezâyilî)
• “Tasavvuf, Hak’tan başkasının bilmediği amellerin sûfî üzerinde cereyan etmesi ve (onun) devamlı surette sadece Allah’ın (c.c.) bildiği bir hâl üzerine Hak ile beraber bulunmasıdır. ” (Ebû Süleyman Dârânî)
• “Tasavvuf safâ ve müşahededir. Çünkü safâ, kalp tasfiyesini ve onun için gerekli olan ibadet, zühd, mücahede, ihlâs, teslimiyet ve Hakk’a yönelmek gibi konuların hepsini içine almaktadır. Müşâhedede sûfîlere ait her türlü rûhî tecrübe, manevî ahvâl ve keşfî bilgilerle mârifet-i ilâhiyye konuları bulunmaktadır.” (Ebû Bekir el-Kettânî)
İşte büyük Allah dostu ve zamanının mürşid-i kâmillerinden bazı inciler. Hepsinden Allah razı olsun. Allah şefaatlerine nail eylesin.
Tasavvuf hakkında şöyle bir giriş yaptıktan ve nefs mertebelerini öğrenmenin akabinde, daha detaylı olarak incelemeye başlayalım ve tasavvufu reddedenlerin bahanelerini çürütelim inşaAllah.
Dini tamir davasında olduğunu iddia edenlerin, sözde yenileyici ve ıslahatçıların genel olarak ortak özelliklerinden biri de, tasavvufu İslam'ın dışında saymalarıdır. Bu zümre, tasavvufun; Hint veya antik Yunan inançlarından beslendiği iddiasındadırlar. Bir de, tasavvufun terim olarak Hazreti Peygamber Efendimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) döneminde olmadığından yola çıkarak inkara kalkışmaktadırlar. Peki o dönemde, usul-u fıkıh, mantık, kelam, tefsir gibi ilimler ıstılahi olarak tedvin edilmiş miydi? Aksi halde bunları da mı inkar edelim?
Bazı eksik bilgili kimseler; tasavvufun eski Yunancada “bilim ve düşünce” manasına gelen “sûfî” kelimesinden geldiğini söylerler. Bu görüşü felsefeyle iştigal eden bazı Müslümanlar da kabul etmektedirler. (Birunî vb. ) Hâlbuki İmam Gazali (rah.) başta olmak üzere hak üzere olan âlimler ise tasavvuf kelimesinin Arapça olduğunu iddia ve ispat ederler. Risale-i Kuşeyrî’de Abdülkerim Kuşeyrî Hazretleri felsefecilerin ve müsteşriklerin görüşlerini çürütmüş ve işin aslını ifade etmiştir.
“Manevi hikmet” manasında olan “sûf” kelimesinden türeyen tasavvuf kelimesi; ariflere göre pek çok manaya gelir.
Ebu Bekir Kettânî (k.s.): “Tasavvuf ahlak demektir. Kim senin iyi ahlakını geliştirirse arınmışlığını arttırmış, yani seni daha temiz, daha saf yapmış olur.” buyurur.
Ebu Muhammed Cerirî (k.s.) tasavvufu: “Her çeşit üstün ahlakı edinmek, buna karşılık her çeşit kötü huydan sıyrılmaktır.” diye tarif etmiştir.
Şiblî (k.s.): “Tasavvufun başı Allah’ı tanımak, sonu da O’nun tek ve ortaksız olduğunu ifade etmektir.” demiştir.
Ebu Hafs el Haddad (k.s.): “Tasavvuf, bütünüyle edepten ibarettir.” demiştir.
Rüveym (k.s.): “Tasavvuf, nefsi Allahu Tealaya, O’nun dilediği şekilde tabi ve teslim kılmaktır.” der.
“Manevi hikmet” manasında olan “sûf” kelimesinden türeyen tasavvuf kelimesi; ariflere göre pek çok manaya gelir.
Ebu Bekir Kettânî (k.s.): “Tasavvuf ahlak demektir. Kim senin iyi ahlakını geliştirirse arınmışlığını arttırmış, yani seni daha temiz, daha saf yapmış olur.” buyurur.
Ebu Muhammed Cerirî (k.s.) tasavvufu: “Her çeşit üstün ahlakı edinmek, buna karşılık her çeşit kötü huydan sıyrılmaktır.” diye tarif etmiştir.
Şiblî (k.s.): “Tasavvufun başı Allah’ı tanımak, sonu da O’nun tek ve ortaksız olduğunu ifade etmektir.” demiştir.
Ebu Hafs el Haddad (k.s.): “Tasavvuf, bütünüyle edepten ibarettir.” demiştir.
Rüveym (k.s.): “Tasavvuf, nefsi Allahu Tealaya, O’nun dilediği şekilde tabi ve teslim kılmaktır.” der.
Amr bin Osman el Mekkî: “Tasavvuf, kulun her zaman o vakitte yapılması en iyi olan şeyle meşgul olmasıdır.” buyurmuştur.
Ebu Nuaym el-İsfehânî: “Tasavvuf, matluba ermek için mahbuba rağbet etmektir.” der.
Tasavvuf kelimesi Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zamanındaki Ashab-ı Suffe’ye de işaret eder. Onlar ibadete düşkündüler, ehl-i ilimdiler, dünyaya da önem vermezlerdi. Suffe’nin bu davranışları ile gerçek sufilerin davranışları da aynıdır. Tasavvuf, mana itibariyle pek geniş olduğu için âlimler ve arifler tarafından çok değişik şekilde tarif edilmiştir. Bu sebebden dolayı bütün tarifleri derc etmeye kalksak, hayli yekün tutacağından bu kadarla iktifa ettik. Şu bilinmelidir ki, tasavvuf, ne Hind ne de eski Yunan kaynaklıdır. Hz. Kur’an ve Sünnet-i Seniyye ile sabit öz İslam’dır. İslam dinine sonradan eklenmiş bir şey değildir, dışarıdan alınıp yamanmış veya yapıştırılmış unsur da değildir. Aksine o, dinin özünü oluşturur ve cihad-ı ekberin de ta kendisidir.
Tasavvuf hakkında İmam Gazali (rah.), İhyaû Ulumi’d-din’de şöyle der:
“Tarikat, nefse karşı mücadeleyi ön plana almak, kötü sıfatları atmak, diğer her şeyle ilişkiyi keserek gayretin olancası ile Allah’a yönelmektedir. Bu dereceye ulaşınca ulu Allah kulunun kalbine egemen olur ve orayı ilim nurları aydınlatmayı kendisi üzerine alır. Kalbin işini Allah kendi üzerine alınca oraya rahmet yağar, her tarafına nur doğar, göğüs genişler, kulun önünde melekût âleminin sırları açılır, ilahi rahmetin lütfu sayesinde kalbin üzerini örten perde kalkıverir de orada ilahi sırlarla ilgili gerçekler parıldamaya başlar.”
Yine İmam Gazalî Hazretleri şöyle buyurur tasavvuf hususunda: “Bunu anlatmaya ifade ve söz sınırları dar gelir.”
Tasavvuf, nefis tezkiyesi ve zikrullahtan ibarettir. Yine İmam Gazali (rah.): “Kesinlikle anladım ki Allah yolunu tutmuş kişiler sadece sûfilerdir.”[1]
Tarikat ile hakikatin her ikisine birden tasavvuf adı verilir. Kalbin ve nefsin iyi ve kötü hallerini bilip, kötü hallerden temizlenmeyi ve iyi hallerle bezenip Allah u Teâlâya yakın olmayı öğretir. Tasavvuf, zahiri ilim ve hakikatlerle donanıp gönül ikliminden daha ötelere vasıl olabilmektir.
Kur’an ve Sünnet esasları üzerine kurulan tasavvuf terbiyesi, dinin bir parçasıdır, hem de en kıymetli vazifeyi gören bir parçasıdır. Bu yolun Hz. Resulüllah (s.a.v.)’ın yolundan ayrı olmadığını büyük mutasavvıf Cüneydî Bağdadî (k.s.) şöyle dile getirir: “Bizim şu ilmimiz Peygamberimizin (s.a.v.) hadisleri ile pekiştirilmiştir.”
Biliriz ki, herkesin çalışarak ve tecrübe edinerek öğrendiği ilimlerin dışında, her kula nasip olmayan, Allah adamlarına mahsus ilimler vardır ki, buna bâtîni (ledünni) ilimler denir.
“Hayır! Andolsun, ebrarın (salihlerin) kitabı, İlliyyundadır.
-İlliyyun nedir, bilir misin?
-(O İlliyyundaki kitap) içinde ameller yazılmış bir kitaptır.
-Onu mukarrebûn (Allah’a yakın olanlar) görür. (müşahede eder.)
-Şüphesiz ebrar (salihler cennette) nimet içindedirler.
-Orada koltuklar üzerinde (etrafa) bakarlar.
-Onların yüzünde nimetlerin sevincini görürsün.
-Onlara mühürlü halis bir içecekten içirilir ki, sonu misktir. (İçildikten sonra misk gibi kokar.) işte yarışanlar ancak bunun için yarışsınlar.”[2]
Ebu Hüreyre (r.a.)’nin naklettiğine göre Hz. Resülûllah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Saklı hazineler gibi, öyle ilimler vardır ki; onu ancak, ârif-i billâh olanlar bilir. Onlar, bu ilimden bahsettikleri zaman, onu ancak Allah’tan gafil ve cahil olan kimse inkâr eder.”
Yine Fahr-i Kâinat (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Allahu Teâlâ hazretleri, evvelkilerin ve sonuncuların ilmini bana verdi. Allahu Teâlâ hazretleri bana değişik değişik ilimleri öğretti. Bir kısım ilimde onu gizlemek üzere benden söz aldı. Çünkü benden başkası o ilimlere tahammül edemez. Bir kısım ilimde de (onu gizlemek veya açıklamak konusunda) beni serbest bıraktı. Bir kısım ilmi de ümmetimden avam ve havasa tebliğ etme vazifesini verdi.”
Nitekim ulu sahabeden Ebu Hüreyre (r.a.), Hz. Resülûllah’ın kendisine sır olarak bildirdiği fakat açıklamaya izin vermediği ilimlerden bahsetmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Resülûllah (s.a.v.)’den iki kap (iki çeşit ilim) ezberledim. Bunlardan birisini yaydım, diğerini yayacak olsaydım bu boğaz kesilirdi.” (Buhari)
Bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulur: “Şüphesiz ki ilimden, gizli şeklinden gibi olanı vardır ki onu ancak Allah u Teâla’yı bilen âlimler bilir. Onu anlattıklarında ise ancak Allah u Teala’dan gafil olanlar onu inkar ederler.”[3]
“Bâtın ilmi Allahu Teâlâ’nın sırlarından bir sır ve hükümlerinden bir hükümdür. Onu dostlarından dilediklerinin kalplerine atar.”[4]
Resülûllah Efendimizin (s.a.v.) ve ashab-ı güzininin irtihallerinden sonra âlimler, insanlar arasında Süreyya Yıldızı mesabesindedirler. İnsana düşen bu âlimlerin eteklerine yapışmak, Kur’an ve Sünnet yolundan zerre kadar ayrılmamaktadır. Çünkü Allah Azze ve Celle, kitabında birçok yerde onları övmüştür ve zatını onların tanıyabileceğini beyan buyurmuştur.
“Kulları içinde Allah’tan ancak O’nu hakkıyla bilen âlimler korkar.”[5]
Hazret-i Peygamberimiz (s.a.v.) o rical-i gayb hakkında şöyle buyurur: “Çölde yalnız kalan, bir şey kaybederse, “Ey Allah’ın kulları bana yardım edin!” desin; çünkü Allahü Teâlâ’nın, sizin göremediğiniz kulları vardır.”[6]
Lakin batıni ilimler şeriata mugayyir değildir ve olamaz. Zira büyük mutasavvıflardan Ebu Said Haraz (k.s.) şöyle buyurmuştur: “Zahir ilmine ters düşen her bâtîni hal ve ilim bâtıldır.”
Allah, âlimleri kendisi ve melekler ile birlikte şahit tutarak ne kadar değerli olduklarını şu ayetle beyan buyurmuştur:
“Allah, melekler ve âlimler şahiddir ki ondan başka ilah yoktur.”[7]
Hz. Ömer (r.a.)’den rivayet olunur ki, Allah Resül’u (s.a.v.) buyurdu: “Allah’ın kullarından bir takım insanlar vardır ki ne peygamberdirler ve ne de şehiddirler. Lakin Allah katındaki mevkilerinden dolayı onlara hem peygamberler hem de şehitler kıyamet günü gıpta edeceklerdir.” Dediler ki: “Ey Allah’ın Resulü kimdir onlar, bize bildirir misin?” Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Akraba olmadıkları halde ve mâlî yönden hiçbir çıkarı olmadığı halde birbirlerini sırf Allah için seven kimselerdir. Vallahi onların yüzleri nurdur. Şüphesiz onlar nur üzere olacaklardır. Onlar, insanlar korktukları zaman korkmayacaklar, insanlar üzüldükleri zaman üzülmeyeceklerdir.” Sonra şu ayeti okudu: “Haberiniz olsun Allah’ın velileri var ya; onlar için ne korku vardır ve ne de mahzun olacaklardır.” (Sure-i Yunus 62)” [8]
Şu âlemi, zahirde yöneten, süfli insanlar olsa da, hakikatte idare eden Allah’ın evliyasıdır. Şu hadis-i şerif bu hakikati izhar eder:
“Yeryüzünde Allahu Teâlâ için üç yüz kâmil insan vardır. Onların kalpleri Âdem (a.s.)’ın kalbi üzerindedir. Onun için kırk veli daha vardır. Kalpleri Hz. Musa (a.s.)’ın kalbi üzerindedir. O’nun için beş veli daha mevcuttur ki, onların kalbi ise Cebrail (a.s.)’ın kalbi üzerindedir. Onun bir velisi daha vardır ki, onun kalbi de İsrafil(a.s.)’ın kalbi üzerinde bulunmaktadır.
Bu zat vefat edecek olursa, noksanlıktan münezzeh bulunan Allah, onun yerine üçlerden birini geçirir. Üç kişiden biri vefat edecek olursa, ona bedel olarak, beşlerden birini onun mevkine geçirir. Beşlerden biri ahirete irtihal ederse, yedilerden birini onun makamına tayin eder. Yedilerden biri vefat edecek olsa, onun makamına kırklardan birini bedel verir. Kırklardan bir kişi ahirete göçecek olursa, Allah onun makamına üç yüzlerden birini geçirir. Üç yüz kişiden biri ölecek olursa, onun yerine Allah umum halktan birisini geçirir. Allahü Teâlâ, bunlar sebebiyle ümmetten belayı uzaklaştırır.” (İbn-i Mesud (r.a.)’den)
Bu hadis-i şerifi takviye eden şu hadis-i şerifler de kıyamete değin bu işin devam edeceği ve ayrıca zamanın en büyüğü olan velilerin de sayısını işaret etmektedirler:
“Ümmetimin içinde otuz üç ebdal racül vardır. Kalpleri Halilürrahman İbrahim Aleyhisselam’ın kalbi üzeredir. Ebdallardan bir racül vefat ettiği zaman yerine bir başka racül getirilir.”[9]
“Şu ümmetim içinde otuz üç ebdal racül vardır. Yeryüzü onlar sebebi ile ayakta durur. Yağmur onlar sebebi ile yağar. Ve yardım olunanlar onlar sebebi ile yardım olunurlar.” [10]
Hz. Allah’ın insanların hidayetine vesile olarak kıldığı mürşid-i kâmillerin vasıfları hem Kitabullah’da hem de Sünnet-i Nebevîde tafsilatlı biçimde beyan olunmuştur:
“Hâlbuki O’nun velileri, ancak şirkten sakınan müminlerdir.”[11]
“Biliniz ki Allah’ın velileri için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.”[12]
Zikrettiğimiz ikinci ayet-i kerimede Allah dostlarının manevî bir koruma altında olduklarını ve onlara hüzün, gam ve keder olmayacağını belirtilmiştir. Zaten İslam tarihinde ulu zatların hayatlarına baktığımızda bunu pek rahatlıkla müşahede ederiz. Küfrün en şedid olduğu devirlerde bile mürşid-i kâmiller, sırtlarını Zat-ı Tekaddes Hazretlerine dayadıkları için düşmana karşı pervasızca, hiçbir şeyden korkmadan, bıkkınlık, yılgınlık ve usanma göstermeden Hak uğrunda inanılmaz mücadelelerine devam etmişlerdir. Yine bir hadis-i kudsîde Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “Benim dostlarım kubbemin altındadır. Onları benden başkası bilmez.”
Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Ümmetimin evliyası görülünce Allah hatırlanır ve anılır. Zira evliyanın yüzüyle müşerref olanın kalbinde Allah fikri bulunur.” Yani, Allah’ın nuru ile meşgul olan mürşidlerin simasında O’nun nur-u ilahisi bulunacağı için, onları görenler bu feyzi, nuru müşahede ederler. Onlar görüldüğü zaman kalplerde bir yumuşama, bir başkalaşma hissedilecektir. Bir ayet-i kerimede o mübarek zatlar şöyle tasvir edilir: “Öyle kimselerdir ki, ayakta, otururken ve yanları üzere oldukları halde Allah’ı zikrederler ve göklerle yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler.” [13]
Tasavvuf demek ayetlerde, hadislerde beyan olunan âlimlerin eteklerine sımsıkı yapışmak, onların izinde şer-i şerifi ihlaslı bir biçimde hayata geçirmek demektir.
Evvelce beyan ettiğimiz ayet ve hadislerin ışığında Müminlerin, takvasına göre derecelendirilmiş olduklarını gördük. İşte bu derecesi yüksek olan mübarek zatların eteklerine yapışmamızı da yine Hz. Kur’an emrediyor: “Ey iman edenler! Allahu Teâlâ’dan ittika edin ve O’na vesile arayın.”[14]
Vesile; malum olduğu üzere vasıta manasındadır. Yani Allah’a yakın olabilmek için evvela yakın olanlarla bir olmak, O’nu tanımak için tanıyanlarla beraber bulunmak icab eder. Nasıl ki, hadis-i şerifler, Resülûllah (s.a.v.)’ı gören Eshab-ı Kiramdan raviler yoluyla, bir silsile halinde günümüze ulaşıyorsa, Nur-u İlahi ve feyz-i Rabbanî de bundan farklı değildir. Zira Cenab-ı Ahmed Mahmud Muhammed Mustafa (s.a.v.): “Şüphesiz ki âlimler peygamberlerin varisleridir.” buyurmuştur.[15] Gerçek âlim ve mürşidleri vasıta kılarak yaratıcımıza ve mabudumuza yaklaşmak emr-i ilahidir.
Hakiki âlimlerle alâkalı pek çok ayet ve hadis vardır. İmam-ı Gazalî Hazretleri de şöyle buyuruyor: “Hatta onlar uyanık halde iken melekleri ve peygamberlerin ruhlarını görürler, onlarla konuşurlar ve onlardan birçok faydalar alırlar. Sonra haller; suret ve misallerin müşahedesinden yükselerek öyle derecelere varır ki, nâtıkın nitakı onlara dar gelir.[16]
“Resülûllah (s.a.v.): ‘Allah halifelerime rahmet etsin!’ diye dua etti. Ashab: ‘Halifeleriniz kimlerdir, ey Allah’ın Resulü!’ diye sordu. Efendimiz (s.a.v.) şu cevabı verdi: ‘Onlar sünnetimi ihya eden ve onu Allah’ın kullarına öğretenlerdir.’”[17]
“Kullarımızdan bazısı da Allah’ın izniyle hayırlarda en önde olanlardır. İşte büyük fazilet budur.”[18]
Her daim dile getirdiğimiz gibi bazı kullar bazı kullarının önündedir, önderidir. Zaten Kur’an-ı Azimüşşan’da şöyle beyan olunur insanların hali:
“Üç sınıf olduğunuz zaman; ashab-ı meymene (amel defterleri sağ tarafından verilen müminler) ne mutlu onlara. Ashab-ı meş’eme (amel defterleri sol tarafından verilen münafık ve kâfirler) ne bahtsızdır onlar. Bir de sâbikûn (hayırda en ilerde olanlar ki, onlar ecirde de en) ileride olanlar. Onlar mukarrebûn (ilahi huzurda kabul ve yakınlık görmüş) olanlardır ve naim cennetindedirler.”[19]
Âlimler zâhiri ve bâtîni olmak üzere ayrılırlar. Bâtîni âlimlerin, şer-i şerife muhalif hareketleri olmayıp, ilm-i zahire de en iyi şekilde sahiptirler. Yani asıl mürşidlerin müridleri hem medrese talebesidir hem de birer sufidir. Bu hususlara malik bulunan tarikat ancak hak ve hakikat ehlidir. Zira Resülullah Efendimiz (s.a.v.), Ebu Cuhayfe (r.a.)’ye: “Âlimlere danış, hikmet sahiplerine karış, büyüklerle oturup kalk.”[20] buyurdu.
Hz. Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.): “İnsanlardan, Allah’ın zikri için anahtar olanlar vardır ki, onlar görüldüğüne Allah hatırlanır.” [21] Anahtardan maksat, kalplerin kapılarını açan mürşid-i kâmillerdir. Yani Allah’ın nasıl zikredileceği onlardan öğrenilir, yaklaşma usul ve yolları onlardan talim edilir.
Ebu’d Derda (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)’den sonra bu ümmetin yükünü çeken ulu zatları şöyle tanıtır: “Allah’ın öyle kulları vardır ki kendi zamanlarında arzın manevi direkleri olan peygamberlere halife olmuşlardır. Peygamberlik kesilince Allahu Teâlâ Ümmet-i Muhammed içinden abdal denilen velilerden bir grubu peygamberlerin yerine koydu. Onlar ne çok namaz kılarak, ne çok oruç tutarak, ne de çok tesbih çekerek insanların önüne geçtiler. Fakat onları öne geçiren husus, güzel ahlak, verada sadakat, güzel niyet, bütün Müslümanlar için sahip oldukları gönül selameti ve Allah için nasihat gibi güzel ahlaklarıdır.” [22]
“Gerçekten âlim, yeryüzünde Allah’ın (emir ve hükümlerini ayakta tutan) sultanıdır. Kim ona karşı gelirse helak olur.”[23]
Ebu Hureyre (r.a.)’den rivayetle, Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Beş şey ibadettendir. Az yemek, camilerde oturmak, Kâbe’ye bakmak, okumadan da olsa Mushafa bakmak, âlimin yüzüne bakmak.” (Deylemî, Suyutî)
Âlimlerin hususiyetleriyle alakalı pek çok hadis-i şerif mevcuttur. “Âlimin yüzüne bakmak ibadettir, onunla oturmak ibadettir, onunla konuşmak ibadettir.” (Deylemî)
Ulemanın ve evliyanın tazim sahibi olduğu açıkça ortaya koyulduktan sonra bir hadis-i kudsîde de Hz. Allah şöyle buyuruyor: “Her kim benim veli bir kuluma düşmanlık ederse, muhakkak ben ona harp açarım…” (Buharî)
Âdemoğullarının sığınacak manevi limanlarının ulema olduğunu zikredeceğimiz hadis-i şeriften anlıyoruz: “Âlimler, ümmetimin eminleridir.” (Deylemi)
“Âlimler, yeryüzünün kandilleridir, peygamberlerin halifeleridir, benim varislerim(dirler) ve bütün peygamberlerin varisleridir.” (Deylemî)
İmam Gazali Hazretleri: “Veresetü’l Enbiya (peygamberlerin varisleri); zâhir ve bâtın ilme sahip olanlardır.” buyurmuştur.
Yine çeşitli hadis-i şeriflerde şöyle buyrulmuştur:
“Âlimlerin yeryüzündeki misali, gökyüzündeki yıldızlar gibidir. O yıldızlarla kara ve deniz yolculuğunda karanlıklarda yol bulunduğu gibi (âlimlerle de küfür, gaflet ve günah karanlıkları içinde) Allah’a yol bulunur. Yıldızlar yok olduğu (kaybolduğu) zaman yolcuların sapıtması yakındır.” (Ahmed bin Hanbel)
“Allah Teâlâ’nın kulları içinden seçmiş olduğu bir takım kimseler vardır ki, Allah onları (fitne ve zulmetlerden uzak tutar) afiyet içinde yaşatır, afiyet içinde öldürür, afiyet (ve iman selameti) ile cennete götürür. Dünyada onların üzerine gece karanlığı gibi fitneler gelir, fakat onlar bunlardan selamette kalırlar.” [24]
“Her şeyin bir madeni vardır; takvanın madeni de ariflerin kalpleridir.” [25]
“Sizin hayırlılarınız, görülmesi size Allah’ı hatırlatan, konuşması ilminize bereket katan ve ameli ahirete rağbetinizi arttıran kimselerdir.” [26]
“Şüphesiz âlimler, sizin ile Rabbiniz arasında elçilik görevi yapmaktadır.” [27] Bu hadis-i şerifle, ulemanın vasıta görevi gördüğü aşikâre beyan edilmiştir.
Hz. Lokman (a.s.) oğluna: “Oğlum! Allah’a yönelmiş âlimlerle beraber otur, onların meclisinden ayrılma. Şüphesiz Allah, gökten indirdiği yağmurla kuru toprağı canlandırdığı gibi, nur sahibi âlimlerden çıkan hikmetle de ölü kalpleri diriltir.” buyurdu.
Şimdi, büyük İslam âlimlerinin tasavvufla alâkalı sözlerini aktaracağız. Zira derya gibi ilimlere sahip olmaların rağmen pek çoğu bir mürşid-i kâmile bağlanmış, nefislerini tezkiye etmek için manevî salahiyet sahibi zatların önünde boyunlarını bükmüşlerdir. Bugün tasavvufa karşı çıkanlar evvela, o yüce âlimlerle kendilerini kıyas etsinler ve sonra onlara kulak versinler.
Fıkhın reisi İmam-ı Azam Hazretleri, ömrünün ahirine doğru Cafer-i Sadık Hazretlerine intisab etmiş ve şöyle buyurmuştur: “İki senesi olmasaydı, Numan helak olmuştu.”[28]
Meşhur mutasavvıf Davud-u Tâi (k.s.)’de İmam-ı Azam Hazretlerinden feyz aldığını söylemiştir.
Büyük âlimlerden Seyyid Şerif Cürcanî (k.s.): “Hace Alâeddin Attar’ın hizmetine yüz vurmayınca, Allahu Teâlâ’yı bilemedim.” demiştir.
İmam Malik (rah): “Kim tasavvufun öğrettiği ahlak ve manevi hal ilmiyle yetinip fıkıh öğrenmezse, dinden çıkacak işler yapar, zındık olur. Kim de fıkıhla yetinir, ahlak ve manevi halleri öğreten tasavvuf ilmini öğrenmezse büyük günahları işler, fasık olur. Her iki ilmi öğrenen kimse gerçek bir Müslüman olur.”
İmam Şafii (rah), maddi ve manevi ilimlerin birleştirilmesiyle alakalı şu güzel şiiri söylemiştir:
“Hem fakih ol hem sûfî ol, sakın birisiyle yetinme
Bu sana hak için bir nasihattır dostum, incinme
Sade fakihin kalbi katı olur, tadamaz takvayı
Öbürü de cahil kalır, nasıl yapar ıslahı.”[29]
İbn Eymen, İmam Ahmed bin Hanbel ile ilgili risalesinde şunları anlatır: “İmam Ahmed (rah) önceleri insanların sûfîlerle oturmasına mani olur ve: ‘Onların bizim bildiklerimizden başka herhangi bir şeyleri yoktur!’ derdi. Bir gece evinin dehlizinde yanına velilerden bir topluluk geldi. Kendisine şeriatın inceliklerinden bir takım sorular sorup onu cevaptan aciz bıraktılar. Sonra uçarak havaya çıkıp: ‘Hadi sen de gel, bizimle uç!’ dediler; imam buna güç yetiremedi. O günden sonra insanları sûfîlerle oturmaya teşvik etmeye başladı ve şöyle derdi: ‘Onlar bildikleriyle amel ederek bize üstünlük sağladılar.’”[30] İmam Ahmed (rahmetullahi aleyh) daha sonra sûfî Ebu Hamza el Bağdadî ile oturup kalkmaya başladı.
İmam Ahmed bin Hanbel (rah) sık sık Bişr-i Hafî (k.s.)’nin yanına gider, meclisinde otururdu. Tam manası ile ona bağlanmıştı. Bir defasında talebeleri kendisine: “Sen hadis ve fıkıh alimi bir müctehidsin, muhtelif ilimlerde bir benzerin daha yok. Buna rağmen niçin böyle bir hali ahvali basit bir insanın yanına gidip geliyorsun, bu sana yakışır mı?” dediklerinde İmam: “Evet, şu saymış olduğunuz ilimlerin hepsini ben ondan daha iyi bilirim; o da yücelerden yüce Allah’ı benden daha iyi tanımaktadır.” dedi. [31]
İmam Gazali; Hüccetü’l İslam unvanıyla meşhur iken, kendisine Hâce Yusuf Hamedânî Hazretlerini mürşid edinmişti. Ve şöyle buyuruyordu: “Ben önceki halimde, salihlerin hallerini ve ariflerin makamlarını inkâr ederdim. Şeyhim Yusuf Nessâc’a gidip sohbetine girene kadar bu hâl bende devam etti. O birçok mücahede ile kalbimi aydınlattı. Nihayet bende başta anlamayıp inkâr ettiğim manevi ilim ve hallerden nasiplendim. Mürşidime gitmeden önce bir rüya görmüştüm. Rüyamda, mekândan münezzeh bir şekilde Allahu Teâlâ’yı gördüm. Bana: “Ya Eba Hâmid!” dedi. Ben: ‘Acaba bana şeytan mı söylüyor, diye düşünürken, Hakk Teâlâ şöyle buyurdu: “Ey Eba Hâmid! Seni meşgul eden şeyleri terket, kendilerini yeryüzünde nazar mahalli yaptığım kimselerle beraber ol, onların sohbetlerine katıl. Onlar öyle kimselerdir ki, dünya ve ahireti benim muhabbetime karşılık feda etmişlerdir. Ben: ‘Ya Rabbi! İzzetin hakkı için senden istiyorum, bana onlara karşı güzel bir sevgi ve yakınlık nasip eyle, dedim. Allah Teâlâ: “İstediğini yaptım. Seninle onların arasına perde olan, senin dünya ile meşgul olmandır. Öyleyse, ondan mecburen ayrılmadan önce, kendi ihtiyarınla hayatta iken kalbini çek kurtul! Muhakkak ben sana kudsî yakınlığımdan pek çok nur akıttım.” dedi. O anda sevinç ve sürur içinde uyandım. Hemen Yusuf en-Nessâc (k.s.)’a gittim, rüyamı anlattım. Hazret tebessüm edip: “Ya Eba Hâmid! Bu hal bizim bidayetteki hallerimizdendir. Eğer benimle sohbet ve tam ülfet edersen, senin basiret gözünü esmed-i teyid (nur-i ilahi) ile cilalarım; Arş, Kürsi ve mukarrebun melekleri görürsün. Bunlara da razı olmazsan, basiretin daha ötelere uzanır, âlemlerin Rabbi ile konuşur duruma gelirsin.” dedi.”[32]
Büyük müfessir Fahreddin Râzî hazretleri de şöyle buyurmuştur: “Ademoğullarının en hayırlıları da, en şerlileri de sufiyye arasında yer alır.”
Büyük müfessir şöyle devam eder: “İslamî fırkalar arasında sufiyyeyi zikretmemek hatadır. Zira sufiyye sözlerinin hulasası şudur: Allah’ı bilmenin yolu, kalbin masivadan tasfiyesi ve alaik-i bedeniyyeden tecerrüdüdür. Bu ise güzel bir yoldur. (…) Mutasavvife taifesi Hakkı tefekkür ile meşgul olurlar, alaik-i cismaniyyeden nefsi tecrid ederler, ruhlarının ve kalplerinin zikr-i Hak’tan hâli kalmamasına çalışırlar, diğer ef’al ve tasavvurlarında kemal-i edeble Hakk’a inkıyad ederler. İşte onlar Ademoğullarının en hayırlı fırkasıdır.”[33]
İmam Şâtıbî hazretleri Kitabu’l İ’tisam’da şöyle der: “Bir çok cahiller sufilerin ahkam-ı şer’iyyeyi iltizamda mübalatsız olduğunu itikat ederler. Ben onları, söylenen bu sözden ve bu itikattan tenzih ederim. Onların tarikatleri sünnet-i seniyye üzerine bina olunmuştur.”
Meşhur Hanefi alimi İbn Abidin hazretleri şöyle buyurur: “Bütün hasâil-i redieden müberra asdikâ’yı sâdat-ı sofiyye hakkında bize söz düşmez. (…) Onların senaları maarif-i ilahiyye ve hakaik-i rabbaniyeyi isticlab eder. O da ancak tevhid ve tavsif-i Hak’la, hikemî mev’ızalarla ve na’tı nebevî ile olur. Keza onlara uyanlara ve onların meşrebini tadanlara ve içinden aşk u şevk duyanlara diyecek sözümüz yoktur. Bizim sözümüz avâm, fâsıklar ve emsali hakkındadır.” [34]
İmam Nevevî hazretleri şöyle buyurur: “Tarik-i tasavvufta beş asıl vardır:
1-Zahir ve batında takvayı şiar edinmek,
2-Sözlerinde ve işlerinde sünnet-i nebeviye uymak,
3-İkbal ve itbar zamanında halktan bir şey beklememek,
4-Az olsun çok olsun Hakk’ın her şeyde, her türlü vergisine içten boyun eğmek,
5-Ferah ve sıkıntı zamanında Hakk’ı düşünüp, O’na rücu’ edebilmektir.”[35]
Sahib-i mezhep olan İmam Malik hazretleri şu sözü ne güzel söylemiştir: “Tasavvuf bilmeyen fakih; fıska, tasavvufu bilip de fıkhı bilmeyen ise zendekaya düçar olabilir. Bu ikisini cem eden hakikate vasıl olur.”[36]
Hanbelî mezhebinin imamı İmam Ahmed bin Hanbel hazretleri şöyle buyurur: “Onlardan (sufiler) daha efdal bir zümre bilmiyorum.”[37]
Hâl böyle iken, tasavvuf; Kur’an, Sünnet ve ulemanın beyanları ile hak ve hakikat iken, onu, lâfzen aslı kaynaklarda geçmiyor diye inkâr etmek hiçbir Müslüman’a yakışmaz ve akıl ile mantık bağlamında bu inkâr açıklanamaz. Zaten zamanının tefsir, hadis, fıkıh ilminde zirve olan şahıslarla, zühd ve takvada en ileriye gitmiş zatlar, eğer tasavvufun gerekliliğine işaret etmişler ve bir mürşid-i kâmile bağlanmışlarsa, ilimde avam tabakasında olanlara herhalde laf düşmemektedir.
2-Sözlerinde ve işlerinde sünnet-i nebeviye uymak,
3-İkbal ve itbar zamanında halktan bir şey beklememek,
4-Az olsun çok olsun Hakk’ın her şeyde, her türlü vergisine içten boyun eğmek,
5-Ferah ve sıkıntı zamanında Hakk’ı düşünüp, O’na rücu’ edebilmektir.”[35]
Sahib-i mezhep olan İmam Malik hazretleri şu sözü ne güzel söylemiştir: “Tasavvuf bilmeyen fakih; fıska, tasavvufu bilip de fıkhı bilmeyen ise zendekaya düçar olabilir. Bu ikisini cem eden hakikate vasıl olur.”[36]
Hanbelî mezhebinin imamı İmam Ahmed bin Hanbel hazretleri şöyle buyurur: “Onlardan (sufiler) daha efdal bir zümre bilmiyorum.”[37]
Hâl böyle iken, tasavvuf; Kur’an, Sünnet ve ulemanın beyanları ile hak ve hakikat iken, onu, lâfzen aslı kaynaklarda geçmiyor diye inkâr etmek hiçbir Müslüman’a yakışmaz ve akıl ile mantık bağlamında bu inkâr açıklanamaz. Zaten zamanının tefsir, hadis, fıkıh ilminde zirve olan şahıslarla, zühd ve takvada en ileriye gitmiş zatlar, eğer tasavvufun gerekliliğine işaret etmişler ve bir mürşid-i kâmile bağlanmışlarsa, ilimde avam tabakasında olanlara herhalde laf düşmemektedir.
Dipnotlar:
[1] İmam Gazali, El-Munkizu Mine’d-Dalal, s. 23, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1948
[2] Sûre-i Mutaffifin/18-26
[3] Deylemî, Ali el Muttakî
[4] Deylemî; Müsnedü’l Firdevs
[5] Sûre-i Fatır/28
[6]Taberanî, Fi’l Kebir
[7] Sûre-i Al-i İmran/18
[8] Sünen-i Ebu Davud
[9] Müsned-i Ahmed Bin Hanbel; Üsame bin Sabit(r.a.)’den rivayet edilmiştir.
[10] Taberani/ el-Kebir
[11] Sûre-i Enfal/34
[12] Sûre-i Yunus/62
[13] Sûre-i Âl-i İmran/191
[14] Sûre-i Maide/35
[15] Tirmizi, Ebu Davud, İbn-i Mace, Dârimi
[16] El-Munkizu Mine’d-Dalal, sh. 15
[17] Ebu Nuaym; Ahbaru Isfahan, Taberani; el-Evsaf, Heysemi; Mecmau’z-Zevaid
[18] Sûre-i Fatır/32
[19] Sûre-i Vakıa/7-12
[20] Hâkim-i Tirmizi, Taberani
[21] Taberani, Beyhaki
[22] Hakim et-Tirmizi; Nevadiru’l-Usul, Suyuti;el-Haberu’l Dâl, Zebidi; İftahu’s Sâde
[23] Deylemi; Müsned, Suyuti; el-Camis’s-Sağir
[24] Ebu Nuaym; Hilyetü’l Evliya
[25] Taberani; el-Kebir, Suyuti; el Camiu’s Sağir
[26] Ebu Ya’la; Müsned, Hâkim et-Tirmizi; Nevdiru’l Usul
[27] Hâkim; Müstedrek, Taberani; el-Kebir
[28] Ali el Kârî; Şerhu Ayni’l İlm, Abdulkadir İsa; Hakaik ani’t Tasavvuf
[29] Muhammed Atîf; Divanu’ş Şafii, sh: 34
[30] İmam Şarani; el-Envaru’l Kudsiyye
[31] Feridüddin Attar; Tezkiretü’l Evliya
[32] Taşköprüzade; Mevzuatu’l Ulum, Asitane Yayınevi
[33]Fahreddin Razi, İtikadâtu Fıraku’l Müslimin ve’l Müşrikin
[34]Resail-i İbn Abidin; Şifau’l Alil
[35]İmam Nevevî, El Makasıd
[36]Abdülbâki ez-Zerkâni, Fıkh-ı Malikî Şerhi, cilt 2, s. 195)
[37]Muhammed Sifâranî, Gızâu’l Elbab li Şerhi Manzumeti’l Âdab, cilt 1, s. 120
Bu araştırma yazısında, dipnot numaraları gösterilen kısımlardan itibaren başlayan yazılar, araştırmanın gerçek sahibi Harun Çetin'e aittir. "Sadece Gerçek" olarak kendisine teşekkür ederiz.
Tags:
tasavvuf