Sultan 2. Abdülhamid'i anlamak

Sultan 2. Abdülhamid'i anlamak

Bomonti gibi bir bira markasının açılışına izin veren ama aynı zamanda tarikat ve dini yaşamla iç içe olan Sultan 2. Abdülhamid, neyi amaçlıyordu? Bu yolda, kendisine neyi kılavuz edinmiş olabilirdi? Yoksa, sadece çelişkiler içinde bocalıyor muydu? Öncelikle, Niyazi Berkes'in kitabından bazı kısımları sizlerle paylaşalım.


"Abdülhamit rejimi asıl dayanağını yüksek ulema, bürokrasi ve ordudan ziyade halkta, fukaralığıyla, kader ve kısmet inançlarıyla bürokrasinin ve ordunun örnek olduğu itaatkarlık, "ubudiyyet" denen boyun eğme ve kölelik ruhu içinde, bunlara karşı giden aydınların ve reformcuların karışmalarından kurtulmuş olmanın özgürlüğü altında yaşayan halkta bulmuştu.

Halifeyle halk arasında din bağının kuruluşunda, bu dönemde gelişen yeni bir "din adamı" tipi de büyük rol oynadı. Şimdiye kadar halktan uzak olan resmi ulema aristokrasisinin yanında ve altında, genişleyen ekonomik çöküşle orantılı olarak çoğalan "talebe-i ulum" (medrese öğrencileri) , cerciler, hafızlar, imamlar, şeyhler, dedeler, şerifler, seyitler, nakipler, üfürükçüler, müneccimler, büyücüler, mağrıbiler bol bol yetişmeye başladı. özellikle tarikatlar ve zaviyeler mantar gibi bitmeye, hatta kuzey Afrika'dan yenileri gelmeye başladı. Eski Nakşibendi, Mevlevi, Rüfai, Şazeli gibi tarikatların yanında Cezayir'den Sudan yoluyla gelen Ticaniyye tarikatı moda oldu. Ticani, Şazeli ve Nakşibendi şeyhleri Abdülhamit' in ve sarayın özellikle tuttuğu itibarlı tarikatlardandı. Arap şeyhleri ve emirleri de görünüşe ayrı bir renk katıyorlardı.(1)

Sarayın yakınında kurulan misafirhanede Arabistan emir ve şeyhleri misafir edilirdi. Arap şeyhlerinin en nüfuzlusu, en kurnazı Halepli Ebü'l-Huda es-Sayyad! zamanın en sözü geçer adamlarından biri olmuştu. Bunlar arasında rekabetler, entrikalar dönerdi. Evvelce İstanbul'a geldiğinde rastladığımız ve kendini Afganlı diye tanıtan Cemalettin Efendi de Abdülhamit' in davetlisi olarak gelmiş, o da bu İslam dünyasının parlak din adamlarına ayrılan köşklerden birine yerleştirilmişti. "Afgani"nin aslını faslını öğrenen Ebü'l-Huda ile Cemalettin arasında şiddetli bir kıskançlık ve düşmanlık baş göstermişti.


Bu profesyonel, resmi olmayan "din adamları"nın yarattığı hava içinde, halk arasındaki dindarlık havasını bozacak eylemlere kalkışanları polis cezalandıracaktı. Oruç tutmayanlar, beş vakit namaz kılmayanlar, zındıklık, conluk ve dehrlikle suçlanmamak için çok dikkatli davranmalıydılar.

Tanzimat döneminde masonlukları, rindlikleri bilinen kişilerden tutumunu değiştirip aşırı dindar gözükebilenler yakayı kurtarabiliyorlardı. Kendisi de bir mason olan, Meşrutiyet dönemi şeyhülislamlarından, ulemadan Musa Kazım Efendi (1858-1910), anılarında bu dönüşümü şöyle anlatır:

"Mürtekiplerin büyükleri arasına geçen zatlar, ayıplarını örtmek, günahlarını saklamak için daima namaz kılarlar, seccadelerini resmi makamlara bile taşıttınrlardı. Rahmetli Abidin Paşa (Kanun-ı Esasi Komisyonu üyesi) feylesof bir zat olduğu halde [o zaman feylesof demek dinsiz demekti] başını seccadeden kaldırmazdı. Mabeyin 'de ve Bab-ı Ali'de makbul ve beğenilir kişi olmak için mutlaka post-nişin güruhuna katılmak zorunluluğu vardı... Halifelik, Tanrılık seviyesine yükseltildi. Saray dolaylarında dergahlar açıldı. Şeyh Zafir, mağripten maşrıka kondu. Ebü'l-Huda ile beraber sarayı tehlilhane yaptılar." (2)



Niyazi Berkes'in kitabından alıntıladığımız bu bölümde, Sultan'ın çelişkiler içinde bir tavrı olduğu zannına kapılabilirsiniz ki, nitekim Niyazi Berkes'in ifadeleri de bu minvaldedir. Ancak, her zaman dediğim gibi ne kadar iyi tarihçi olursan ol, ne kadar kitap okursan oku, ne kadar arşivlerde belge kurdu misali belge okursan oku, eğer Osmanlı, Selçuklu ya da Türk-İslam devletlerinin yazacaksan İslami bilgilere de sahip olman gerekir. Bu bilgi İslam tarihini bilmek demek değildir. İslami ilimlere yani hadis, fıkıh, kelam, tefsir gibi ilimleri en azından temel olarak bilmek gereklidir.

Buna bir örnek verelim. Mesela bir tarihçi dar-ül harb nedir, dar-ül islam nedir, bunların arasındaki fark nedir? Hangisinde, hangi konuda yasaklamalar var, hangi konularda serbestlik var? Dar-ül harp meselesi hangi mezhebe göre nasıl bir şarta bağlı? Dar-ül harp fıkhı ne? Dar-ül İslam fıkhı ne? Bunun gibi farklı meselelerde bilgi sahibi olmalıdır ki, konuların içinde bocalamasın. Osmanlı devleti için bazı alimler; Tanzimat fermanı ile birlikte Dar-ül İslam olmaktan çıkmıştır fetvası vermişler, yani İslam diyarı, İslam devleti olmaktan çıktığını söylemişlerdir. Eğer bu fetvaya uygun hareket etmek gerekliliği ortaya çıkarsa ki, 2. Abdülhamid dönemini buna göre incelemek gerektiğini düşünüyoruz. Birçok konuda önceden caiz olmayan şeyler, o dönemde caiz olabilmektedir.




Yorgo Zarifi - Abdülhamid Han


Mesela Hanefi mezhebine göre Dar-ül harp olan bir yerde İmam Ebu Hanife'den talebesi İmam Ebu Yusuf'un rivayet ettiği; 'Darü'l-harpte Müslümanla harbî arasında faiz yoktur' rivayetindeki hadise göre bir Hanefi gayrimüslimden faiz alabilir, ancak ona faiz ödemesi caiz olmaz. Bir de önemli bir noktaya dikkat çekelim. Buradaki ticaret kişisel bazlı ticaret içindir, bankalar bunun içine girmezler. Ancak bu Hanefi mezhebine göre verilen bir fetvadır ve bunu tercih etmemek daha iyidir. Ama bazı durumlarda böyle şeyler kaçınılmaz oluyor ki Abdülhamid dönemi de bunun en bariz örneğidir. Yine bir noktaya daha dikkat çekelim ki İmam Şafii böyle bir hadisi kabul etmemekle birlikte; Eğer bir diyar bir kez Dar-ül İslam olduysa, yani İslami hükümlerle yönetilen bir hale geldiyse, orası artık her zaman Dar-ül İslam sayılır ki, bu Şafii mezhebindeki hükümdür.

Ancak yine bilinmelidir ki; Osmanlı Devleti Hanefi mezhebinin ictihatlarını kendi yönetiminde dayanak alır. Dar'ül harp konusunda  bahis konusuna da bir örnek verelim. 

Peygamber Efendimiz döneminde, yaklaşık Miladi 616 yılları civarında, Mecusi olan İranlılar, Hristiyan olan Doğu Roma İmparatorluğu ile savaş yapmış ve savaş sonucun İranlılar savaşı kazanmış. Bunun üzerine Mekke müşrikleri, Müslümanlara; "sizin gibi ehli kitap olan Rumlar yenildi. Biz de size savaş açarsak sizi yeneriz" demeye başladılar. Bunun üzerine Rum Suresi indi ve Allah, müminlere müjde verdi.

"Elif lâm mim. Rumlar, size yakın bir mevkide mağlûp düştüler. Fakat bu mağlûbiyetlerinden sonra, birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Evvelce de sonra da hüküm Allah'ındır. O gün mü'minler Allah'ın yardımıyla sevineceklerdir. O dilediğine yardım eder. Onun kudreti her şeye galiptir, O çok bağışlayıcıdır. Bu Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden dönmez; lâkin insanların çoğu bunu bilmez." (Rum Suresi 1-6 Ayet Meali)

Bu ayet üzerine sevinen Müminler, Hz. Ebubekir başta olmak üzere, bu haberi Kabe'de sesli bir şekilde duyurmaya başladı. Müşrikler ise şaşkındı, perişan olan Rumlar nasıl toparlanıp İranlıları yenecek diye söylenmeye başladı. Müşriklerin içinden Übey bin Halef;

"Yalan söylüyorsun," dedi. "Haydi, aramızda bir müddet tayin et, seninle bahse girelim."

Hz. Ebu Bekir kabul etti. On deve üzerinde bahse girip üç sene müddet tayin ettiler. Hz. Ebû Bekir gelip durumu Peygamber Efendimize haber verdi. Resûl-i Kibriyâ,

Peygamber Efendimiz ise Rum suresindeki ayeti kast ederek;  
"Âyetteki "bid"den (yani bir kaç seneden) maksat, üçten dokuza kadar olan seneler demektir. Develerin sayısını artır. Müddeti de uzat." buyurdu. 

Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir çıktı. Übey'e rast geldi. Übey; "Galiba pişman oldun." dedi.

Hz. Ebû Bekir,

"Hayır" dedi. "Gel seninle bahsi arttıralım. Müddeti de uzatalım. Haydi, dokuz seneye kadar yüz deve yapalım."

Übey de,

"Haydi yapalım." diyerek kabul etti. *

Hz. Ebû Bekir, Mekke'den ayrılacağı sıralarda, Übey bin Halef yakasına yapıştı ve; "Sen, Mekke'den ayrılırsan, bahisde kazanacağım develeri ödemeyeceğinden endişe ediyorum. Bana bir kefil göster." dedi.

Hz. Ebû Bekir de oğlu Abdurrahman'ı kefil gösterdi. Übey bin Halef de Uhud Harbine çıkmak istediği zaman Abdurrahman, gidip onun yakasına yapıştı ve;

"Vallahi, bana bir kefil göstermedikçe, seni bırakmam." dedi.

Übey bin Halef de kefil gösterdikten sonra Uhud Harbi için yola çıktı. Übey bin Halef, Uhud Harbinde Resûl-i Kibriyâ Efendimizin kılıcından aldığı bir yaradan öldü.

Mağlubiyetlerinden 9 yıl sonra, Rumlar, birdenbire canlanarak hiç beklenmedik ve umulmadık bir saldırışla İranlıları dehşetli bir bozguna uğrattılar. Buna da Müslümanlar çok sevindiler, müşrikler ise son derece üzüldüler.

Hz. Ebû Bekir, 100 deveyi Übey bin Halef'in kefilinden ve mirasçılarından alıp Peygamber Efendimize getirdi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz; "Onları sadaka olarak dağıt." buyurdu.

Kur'ân-ı Azimüşşânın gelecekten haber veren ve Resûl-i Kibriyâ Efendimizin bir mucizesi sayılan bu haberin ortaya çıkması üzerine, Mekke'li müşriklerden bazıları Müslüman oldular.(3)


Gelelim içki meselesine, Dar-ül harpte içkiden vergi alınabilir, ancak sadece, gayrimüslimlerin içmesine izin verilir, Müslümanların içmesi yine yasaktır ki, Nizam-ı Cedid ordusunun kuruluşu için bile, böyle bir verginin gelirinden kullanılmıştır. Yine az önce yukarıda verdiğimiz bahis örneği de yanlış anlaşılmamalıdır.

Birincisi henüz o dönemde, bahis ile ilgili yasaklayıcı bir hüküm gelmedi. İkincisi ise o zaman ki Mekke, Dar'ül harp konumunda olması sebebiyle ve bahiste kesin kazanma şartı sağlanması sebebiyle buna izin verildiği de söylenmektedir. Yani bir yerin Dar'ül harp olması bile bahis yapılmasına izin vermez, bahis yapılacak konuda kesin kazanç şartı gerekir ki; o da günümüzde mümkün değil. Ayrıca dikkat edilirse,  Peygamber efendimiz bahisten gelen parayı, Hz. Ebubekir'in yemesini istemiyor ve sadaka olarak dağıtmasını buyuruyor. 

Bu konu derin bir meseledir ve herkes ilmi kadar konuşmalıdır, bundan gayrısı bizim boyumuzu aştığı için, sözü burada bitirmek ve Sultan Abdülhamid dönemini doğru anlamak için, derinlemesine ve İslami perspektifle araştırmak, bizi hakikate götüreceğini söylemekteyiz. Çünkü karşımızdaki, alelade birisi değil, İslam halifesi, tarikat müntesibi olması sebebiyle, meseleye bir de bu çerçeveden bakılması gerektir. Aksi halde, söylenenler eksik, yanlış ve tutarsız kalacaktır. 


Dipnotlar


1-) Ayrıntılı bilgi için bkz. Tahsin Paşa, Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları (İstanbul, 1931)

2-) Musa Kazım, Devr-i istibdat ahvali ve müsebbipleri (İstanbul,1327/1911), s.29.

3-) Tirmizi, Sünen, XII. 67-68; Taberi, Tarih, II. 141-142; Hamdi Yazır, Hak Dini, V. 3795-3800.



Kaynak


 Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, 23. Baskı, İstanbul Ekim 2016, s. 347-348

1 Yorumlar

Küfür, hakaret içeren yorumlar, spam sayılarak kaldırılacaktır. Üçüncü şahıs ve kurumlara karşı yapılan yorumlar, yorum yapanın sorumluluğundadır. Sadece Gerçek dergisi ve editörleri bu yorumlardan sorumlu tutulamaz.

Daha yeni Daha eski